Hakan Ömer Gider
Penaltıdan Gol Gibi Satış
Farkındasınızdır havalar arada soğuyor ve ardından tekrar ısınıyor. Hani kış hiç gelmeyecek gibi düşünenlerimiz de var. O bize çocukken öğretilen ve hala çocuklarımıza da öğretilen dört mevsim ve her mevsim için de üç ay kavramı galiba artık sadece ilk okulların ünite dergilerinde ve birer anı olarak da kalmaya devam edecek. İlkbahar, yaz, sonbahar, kış…
Mevsimler geçerken sanki bir trenin vagonundan dışarı baktığımızda gördüğümüz ağaçlar, orman, yollar, evler gibi bir yandan da trenin için de yani yaşamımızda da bir şeyler değişiyor. Ama dışarıdaki hız ile içerideki hız aynı değil, hatta hiç fark ettiniz mi? Soldaki camdan baktığımızda hissettiğimiz hız ile sağdaki cama baktığımızdaki hız da aynı değil.
Bunu geçenlerde bir boğaz turu sırasında fark ettim. Biliyorsunuz geminin gidiş yönüne doğru solu iskele, sağı sancak diye ifade edilir. Eğer İstanbul boğazında bir tura çıkacaksanız oturacağınız taraf iskele olursa boğazdaki yalıları görürsünüz, eğer sancak tarafına oturursanız daha geniş ve uzaktan karşı kıyıyı görme imkânınız olur. Biz sancak tarafındaydık, dönüş yolunda (Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden Üsküdar’a gidiş) Anadolu yakasına yakın gidiyorduk. İskele tarafına baktığımda sahildeki yalılar hızlı hızlı geçerken, oturduğumuz pencereden baktığımızda sanki duruyor gibiydik.
Galiba hayatta böyle geçiyor. Tıpkı sürekli yanımızda büyüyen çocuğumuzun uzadığını, geliştiğini bazen şişmanladığını uzun süredir görmediğimiz kişiler söyler. Biz de tekrar baktığımızda onlara hak veririz. “Hakan Hocam bu aralar siz gençleştiniz!” sözlerini en azından bir senedir görmediğimiz dostlarımızdan duyuyoruz. Yakının yavaş uzağın hızlı gitmesi hayatımızın her alanında karşımıza çıkıyor. İş hayatımız, özel hayatımız gibi ayrımlarda da görüyoruz. Uzun zamandır görmediğimiz yeğenimiz boyumuza geldiğinde; “Sen ne zaman bu kadar büyüdün!” der ve daha bacak kadar ki zamanını hatırlarız.
Konumuz ile bu yakın ve uzak olma durumu arasında nasıl bir bağlantı var diye düşünenlerimiz olduğu kesin. Hatta tam bu noktada ben de “Acaba başlığı değiştirmek mi gerek?” diye de düşünmüyor değilim hani. Ama ne olursa olsun başlık aynı kalıp yazıyı bu noktadan çevirmeye başlıyorum.
Mutlaka duymuşsunuzdur. Hatta ben de yazdığımı biliyorum. Satış yapmanın aşamalarını incelediğimizde son madde hep “satış kapatma” ismi ile anılır. Buradaki kapatma kelimesi de biraz itici geldiğinden kapatmanın yerini “kazanma” almıştır. Peki nedir bu satış kapatma/kazanma diye soracak olursanız. Kısaca anlatayım. Aslında bu terim futbol terimleri ile anlatıldığında daha doğru anlaşılıyor. Futboldaki “gol” kelimesini, skor yazmak diye düşünürsek, satışın adımlarındaki “satış yapmak” ile ifade edilirse, “kapatma/kazanma” ise “şut” vurmak ile ifade edilir.
Gol atmak için “şut vur”. Satış yapmak için “satış kapat/kazan”, aynı anlam taşıyor.
Klasik sorumuz; “Ne zaman şut vururuz?”
Cevap; “Kaleyi gördüğümüz her pozisyonda…”
Futbolda şut vurduğumuz anlara çeşitli isimler verilmiştir. Gelen ortaya şut vurmak, Uzaktan şut vurmak, Kafa ile vurmak, Ceza sahasında uzaktan vurmak, vb. Bu şutların gol olması için; bazı şartların daha iyi olması gerekir. Mesela; şut vurulan pozisyonun yeri, etraftaki rakipler, topun ayağa/kafaya oturuşu gibi birçok ihtimal yan yana ve doğru geldiğinde satış gerçekleşir.
Ama bir durum vardır ki; gol olma şansı oldukça yüksektir. Hakem bu kararı verdiğinde seyircilerin neredeyse tamamı gol olacağına inanmaya başlarlar. Bu karar, penaltıdır. Penaltı için topun konduğu nokta ile kale arasında 11 metre vardır. Kalenin iki direk arasındaki mesafe 7,32 metre ve uzunluğu da 2,44 metredir. Kalenin tam ortasında duran ortalama 1,90 boyundaki bir kişinin yanlara atladığında topu çıkartabilme olasılığı çok düşüktür.
Futbolu burada bırakıp, penaltı gibi şut anlayışını satışa uyarladığımızda bu kez de karşımıza pozisyonun yani satış ortamının önceden hazırlandığı durumlar karşımıza gelir. Burada golü yiyenden daha çok golü atanın mutluluğu ve memnuniyeti söz konusudur.
Pazarlama bilimi ile ilk tanıştığımda yani üniversite yıllarında hocalarımızın söylediklerini hala çok iyi hatırlarız. Onlara da zamanında hocalarının söylediği belki günümüzde klasik hala gelmiş durumlardır. Kıymetli Seval Yakışan hocamızın söylediği ve bugün gibi hatırladığım söz şöyledir; “Bazı durumlarda müşteriler harcadıkları parayla ilgili bütçelerini daima aşma eylemi gösterirler. Bu durumlar hayatımızda üç tanedir. Bunlardan biri; tatil için yaptığımız harcamalar, diğeri evlilik aşamasında yapılan harcamalar ve sonuncusu da sağlık için yaptığımız harcamalardır” Bu sektörlerde olan firmalar aslında yaptıkları satışlarda bir nevi penaltı gibi şutlar vuruyorlar. Gol olma olasılığı neredeyse yüzde seksenler…
Bu satırları okuyan birçok dostumuz bu konuda bana itiraz edebilir.
“Yapmayın hocam, geçen sene tatile gittik ve sürekli bütçe yapmak zorunda kaldık…” Doğru fakat bu sizin seçiminiz. Bir başka tatilci de şöyle diyor. “Aman Hanım boş ver ya yiyelim şurada işte, her zaman mı geliyoruz. Gel hadi üçe beşe bakmayalım…”
Aslında burada anlatmak istediğim konu, hazırlığı önceden yapılan, biraz da bize mecburmuşuz gibi dayatılan, toplumun empoze ettiği, manipülasyon edilen konularda alıcının kafası karışıp, satıcının elini kolaylaştıran durumlar diyebiliriz. Az önce evlilik dedim, bir evlilik merasimi organize edildiğinde, örf ve adetlerimiz ile “çeyiz” anlayışının sonucunda kaç parça ve farklı alışveriş yapıldığını biliyor musunuz? Ya da siz bunlardan kaç tanesine itiraz edebildiniz.
Bu tip adetlerimize baktığımızda;
“Kızımıza iki bilezik, bir metre altın zincir, gerdanlık vb. alacaksınız!”
“Beyefendi söz çikolatası öyle kutuda gitmez onu bir gümüş gondol içine koyalım…” gibi sözlerle karşılaşmamız çok mümkün.Bu her isteğin de maddi bir karşılığı var.
Bu yazı daha çok uzar aslında, bana ilham veren konuyu en sona sakladım. Yazarken de biraz çekiniyorum. Bu işin “raconu böyle” dediler, sustuk ama bunu bir makaleye konu yapmak lazım. Belki bu satırları okuyan birçok kişi biliyordur. Geçtiğimiz günlerde bir fuarımızın açılışında bir üst düzey devlet yöneticisi, bin bir rica ile açılışa davet edildi. Açılış günü öncesinde bir düzüne kişi sahneyi, arka planı, TV çekimini bize “mutlaka olmalı” diye zorunlu gösterdi ve doğal olarak tüm bu hizmetlerin de bir faturasını kesti. İtiraz etmeye, kısıtlamaya gitmeye kalktığımızda da “olmaz!” dendi…
O meşhur replik ile bitirelim “Bu da mı gol değil!!!”