FİGES Başarı Hikayesi
Dr. İlhami Pektaş: Yerli ve Milli Üretime Adanmış Ömürler-58: FİGES Başarı Hikayesi
Yerli ve Milli Üretime Adanmış Ömürler-58: FİGES Başarı Hikayesi
Dr. İlhami Pektaş
Türkiye’nin öncü mühendislik firması FİGES AŞ, 1990 yılında, simülasyona dayalı ileri mühendislik teknolojilerini Türkiye’de tanıtmak, eğitimini vermek ve kullanılmasını sağlamak amacıyla kurulmuştur. FİGES, bu yazılımları kullanarak ulusal ve uluslararası sanayi kuruluşlarına, danışmanlık ve proje hizmetleri sunmaktadır. FİGES, Türkiye’nin Ar-Ge odaklı büyümesinde anahtar role sahip savunma, havacılık ve denizcilik sektörü başta olmak üzere, otomotiv, raylı sistemler, medikal, enerji, beyaz eşya gibi birçok sektörde yürütülen Ar-Ge çalışmalarına; mekanik ve elektronik tasarım, ileri mühendislik, analizleri ve prototip üretimi ve testleri konusunda uzmanlaşmış mühendis kadrosu ile hizmet vermektedir. 2014 senesinden itibaren farklı sektörlerde ihtiyaç duyulan ve Türkiye’de üretilmeyen kritik sistem, alt-sistem ve ürünlerin geliştirilmesi ve ticarileştirilmesi konusunda çalışmalarına ivme kazandırmış ve 2017 senesi itibariyle bu ürünlerin seri üretimine yeni şirketler kurarak faaliyetlerini devam ettirmiştir.
“Yeni fikirlerden üretim aşamasına kadar, mühendisliğin her alanında merak, yaratıcılık, heyecan, titizlik ve ekip çalışması ile yaklaşım” vizyonuna sahip FİGES’in Başarı Öyküsünü yönetim kurulu başkanı Dr. Tarık Öğüt’ten dinleyelim.
Tarık Bey bize kendinizi tanıtır mısınız?
Ben dört çucuklu bir ailenin üçüncü çocuğu olarak 10 Haziran 1948’de, Zeugma antik köyünün 15 km batısında yer alan Nizip’te dünyaya gelmişim. Annem ev hanımı ve babam bir ayakkabı ustasıydı. Annem de babam da okuma-yazma bilir, ilk okula gitmişler fakat 1. Dünya Savaşı öncesi koşullarda diploma alamamışlar. Babam Osmanlıca da okur yazardı. Nizip’teki evimizin ortasında “hayat” denilen bir bahçesi ve bahçenin ön ve arkasında tek katlı iki taş yapı vardı. Bu evde dedem ve halalarımla beraber kalırdık. Evimizin hayatında bir ekşi nar ağacı, bir incir ağacı ve üzüm asması vardı. Hayat günlük yaşamın geçtiği bir alandı. Bu alanda ayrıca; çamaşır yıkanır, ekmek yapılır veya hasat zamanı eve gelen zeytinler, fıstıklar, üzümler ayıklanırdı. Boş vakitlerimizde anneme ev işlerinde yardım ederdik. O zamanlar hiç kimsenin evinde bugünkü ev aletleri yoktu. Evlerde buzdolabı yerine ahşap “Telli Dolap”, çamaşır makinası yerine odun ocağı ve “Teşt” tabir edilen çelikten geniş bir leğen vardı. 1950’li yıllarda Türkiye’de elbise ve ayakkabı kişiye özel yapılırdı, konfeksiyon son derece kısıtlıydı. Babam, küçük yaşta bir ermeni ayakkabı ustasının yanında çırak olarak çalışmaya başlamış, zamanla ayakkabı ustası olmuş ve sonra kendi dükkanını açmıştı. Ayakkabı yapmak için ahşaptan kalıpları, örs, çekiç, çiviler, büyükçe deri iğneleri, muhtelif deriler, kösele, meşin, çiriş gibi ayakkabı imalatında kullanılan malzemeler ve bir de ayakkabı sayasını dikmek için bir ayakkabı saya dikiş makinası vardı. Tatillerde ya babamın yanında veya diş teknisyeni olan dayımın yanında çıraklık yaparak geçirirdim.
Ayrıca, babam toprakla uğraşmayı çok severdi. Bu nedenle evimizden 4-5 km uzaklıkta büyük olmayan zeytin, fıstık bahçelerimiz ve üzüm bağlarımız vardı. Bu bahçelerin ürünleri ile evimizin ihtiyacını karşılar, hasılatın bol olduğu yıllarda fazlasını ahşap sandıklarda yolcu otobüsünün üstünde Gaziantep’e götürür ve komisyonculara satardık. 1950’li yılların başlarında Nizip’de henüz şebeke suyu ve elektrik yoktu, her evin bir su kuyusu vardı ve evlerde aydınlatma için şişeli gaz lambaları kullanılırdı. Basit fakat bir çocuk için çok eğlenceli olan o günlerimizi büyük bir özlemle anımsıyor, son derece eğlenceli ve renkli bir çocukluk geçirdiğim için kendimi günümüzün dijital çağı çocuklarına göre çok şanslı hissediyorum.
Başarınıza yön veren okul hayatınız nasıl geçti?
1955 yılında Cumhuriyet İlkokulu’nda okula başladım. Birinci sınıf öğretmenimiz Müzeyyen Öğretmendi. Bizlere anne şefkati ile yaklaşan bir öğretmendi. Müzeyyen öğretmen benim okul hayatımda adeta bir kilometre taşı olmuştur. Okulu ve okumayı sevdiren bu şefkatli öğretmeni yaşamım boyunca hiç unutamadım. Günümüzde, çocuklarına nitelikli okul arayan anne ve babalarla sohbet ederken hep aynı şeyi söylüyorum. İlkokula başlayacak çocuğunuza isim yapmış bir okul değil, şefkatli bir sınıf öğretmeni bulursanız en doğru işi yapmış olursunuz. Okumak; sadece ilkokul, ortaokul, lise ve üniversiteden ibaret değil; ”Okumak” yaşam boyu süren uzun bir süreç. Yaşam boyu olan bu uzun süreçte insan, ancak öğrenmeyi çok severse başarılı olabilir. Okumayı ve öğrenmeyi sevmeyi ise çok şefkatli bir öğretmen aşılayabilir. 1960 yılında Nizip’te Ali Alkan Ortaokulu’na başladım. Ortaokul müdürümüz Kenan Demir aynı zamanda okulun fizik öğretmeniydi. Disipline aşırı önem veren bir öğretmendi. Matematik öğretmenimiz, Ahmet Özer, genç ve disiplinli bir insandı. Ortaokulun ilk iki sınıfında bu muhteşem öğretmenimden aldığım matematik bilgisi ve sevgisinin beni tüm okul hayatım boyunca etkilediğini ve yönlendirdiğini söylemeliyim. Nizip’te o yıllarda lise yoktu. Bu nedenle ortaokulu bitiren öğrenciler Nizip’e en yakın olan Gaziantep Lisesi’ne gitmek zorundaydılar. Gaziantep Lisesi bölgede kalitesiyle ün salmış bir liseydi. Ben de parasız yatılı sınavını kazanarak Gaziantep Lisesi’nde yatılı olarak okumaya başladım. O zamanlar Nizip-Gaziantep arası 48 kilometreydi ve o günlerin otobüsleriyle 1,5-2 saat sürerdi. Doğup büyüdüğüm kasabadan ve evden 14 yaşında ayrıldım. Birey olmanın, kendi ayaklarının üstünde durmayı öğrenmenin çok güzel bir duygu olduğunu söylemeliyim. Ayrılıklar biraz zor ve buruk olsa da, ben şahsen hep avantajlarını yaşadım. 1963-1964 öğretim yılında Gaziantep Lisesi’nde ikinci sınıfta okurken İstanbul Haydarpaşa lisesine naklimi yaptırdım. Bu değişiklik, İstanbul’da İTÜ İnşaat Fakültesi’nde okuyan ağabeyim ile ilgiliydi. Benim için yeni bir dönem başladı. 1964-1966 yılları arasında lise 2. ve 3. sınıfları tarihi Haydarpaşa Lisesi’nde okudum. Bu okulda efsanevi hocalardan aldığım dersleri ve laboratuvar deneyimlerimi asla unutamam. Özellikle sıradışı fizik öğretmenimiz Yahya Kızılsümer hocamızın benim ilerideki yıllarda teorik makina alanında uzmanlaşmama vesile olduğunu söyleyebilirim. Kendisini hiç bir zaman unutamadım ve her zaman minnetle andım.
Üniversiteyi Almanya’da okudunuz. Üniversite hayatınız konusunda bilgi verebilir misiniz?
1960’lı yıllarda günümüzdeki gibi tek bir üniversite giriş sınavı yoktu. Her okul kendi giriş sınavını yapıyordu. Ben üç sınava girmek için başvurmuştum: İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Yabancı Devletler Sınavı. Önceliğim tartışmasız İTÜ Makina Fakültesi’ydi. Yabancı Devletler Sınavını kazanmak ve yabancı bir ülkede okumak bana imkansız, hatta hayal gibi geliyordu. Yabancı Devletler Sınavına başvuru formunda üç konuda tercih sıralaması yapmamız isteniyordu. Bunlardan birincisi öğrencisi olmak istediğiniz ve öğrenimden sonra çalışmak istediğiniz kamu kurumu, ikincisi tahsil yapmak istediğiniz yabancı ülke ve üçüncüsü ise okumak istediğiniz bölüm. Benim birinci tercihlerim Etibank, Almanya ve Makina Mühendisliğiydi. Bu sınava tüm Türkiye’den 500 civarında öğrenci katılmıştı. Sınavda 25 kazanan öğrenci arasında 7’nci olmuş ve devlet burslusu olarak Almanya’da Etibank hesabına makina mühendiliği okumaya hak kazanmıştım. 18 yaşındaydım ve yaşamımda yeni bir serüven başlıyordu. Ben ve kefillerim 163.000 TL tutarında bir taahhütname imzaladık. Başarısız olursam harcadığım tutar geri ödenecekti. 1966 yılında 1 Alman Markı 2,25 Türk Lirasıydı, yani taahhüt tutarı 72.444 Alman Markı’ydı. Kefillerim, Nizip Ziraat Bankası’nda veznedar olarak çalışan dayım ve diğer bazı esnaf akrabalarımızdı. Ben okuyamazsam bu kişilerin gelirlerine ve mallarına icra gelecekti.
Bu korku ve endişe ile 11 Kasım 1966 günü Sirkeci garından trenle Münih’e hareket ettim. 13 Kasım günü akşama doğru Münih tren garına vardım. İkinci bir tren ile gece yolculuğu yaparak Bonn’a hareket ettim. 14 Kasım Pazartesi günü sabah saatlerinde Bonn’a vardım. Elimdeki bavulumla doğru Türkiye Elçiliği’ne gittim. Öğrenci müfettişliği, 01 Aralık 1966 tarihinde başlamak üzere Boppard am Rhein kasabasındaki Goethe Institut için kaydımı yaptırdı. Boppard am Rhein, Ren nehri kıyısında çok şirin bir kasabaydı. Goethe Institut öğrencilerini Alman ailelerin yanına yerleştiriyordu. Böylece hem öğrenciler alman kültürü ile tanışmış oluyor, hem de kasabanın sakinleri böylece bir gelir elde ediyorlardı. Konakladığım yerde, iki katlı müstakil bir evin üst katındaki küçük bir odayı İranlı bir öğrenci ile paylaşıyordum. Ev sahibimiz Frau Pennartz, yaşlı ve çok titiz bir hanımefendiydi. Evi bahçeli ve tertemizdi. Evde, bizden başka bir de master yapmak için gelmiş bir Türk öğrenci kalıyordu.
Almanca kurslarından sonra Üniversitelere baş vurmaya başladım. Aachen, Darmstadt, Braunschweig ve Berlin Teknik Üniversiteleri’nden şartlı kabul almıştım. Berlin Teknik Üniversitesi’nin koşulu, Türkiye’de üniversite giriş sınavlarında bir Teknik üniversitenin makina bölümünü kazandığımı kanıtlayan bir belgeydi. İTÜ Makina Fakültesi’nı kazanmış olmam çok işime yaradı ve Berlin Teknik Üniversitesi’nin talep ettiği bu belgeyi İTÜ’den hemen temin edip akseptans almayı başardığımda dünyalar benim olmuştu. Ancak, 1967 güz döneminde öğrenime başlayabilmem için bir engel vardı. Makina fakültesinde okuyacak öğrencilerin öğrenim öncesi altı aylık fabrika stajı mecburiyetleri olduğundan, Eylül sonuna kadar hem Almanca öğrenmeyi hem de stajımı tamamlamam gerekiyordu. Goethe Institut ikinci kursu olan Grundstufe 2‘ye, farklı yerleri görüp tanımak amacıyla aynı yerde yapmayıp Hamburg şehrinin güneyinde yer alan Lüneburg’daki Goethe Institut’ta devam ettim. Okul bizi Wolfsburg kentindeki Volkswagen fabrikasını ziyarete götürmüştü. Devasa fabrikanın üretimini görmek beni çok büyülemişti. O yıllarda “kaplumbağa” olarak tabir ettiğimiz araçlar üretimdeydi. Fabrikadaki muhteşem üretimi görünce makina mühendisi kararımın doğru olduğunu anladım.
Dört ay Goethe Institut‘ta Almanca öğrendikten sonra konuşma yeteneğimi geliştirmek için Lübeck civarında belki 50-60 haneli küçücük bir köy olan Sandesneben’de bir aile yanında dört hafta kaldım. Diğer alman köyleri gibi bu köy de tertemiz ve moderndi. Evin annesi olan Frau Bartels üç çocuk annesi 60 yaşlarında bir hanımefendiydi. Dört hafta boyunca bu ailenin bir ferdi gibi yaşayarak halkın konuştuğu almancayı öğrenmeye çalıştım. Bir an önce kendime ön staj yapacağım bir yer arıyordum. 1967 yılında Almanya’da işsizlik vardı, iş bulmak şöyle dursun staj yeri bulmak bile çok zordu. Frau Bartels’in desteğiyle Ruhr Bölgesi’nde bulunan Lüttringhausen kasabasındaki Karl Diederichs Dirostahl çelik fabrikasında bir staj yeri buldum. Bir de ayda 400 DM ücret alacağımı öğrenince dünyalar benim olmuştu. Etibank’tan ayda 460 DM burs geliyordu ve neredeyse bir o kadar daha ek gelirim olacaktı. Hayal ettiğimden öte bir şey olmuştu. Frau Bartels olmasaydı bu staj yerini bulamazdım. Bana Almanya’da bir ay annelik yapan bu değerli insanı hiç unutmadım.
Almanya’da ağır sanayinin merkezi, bilindiği gibi Ruhr bölgesidir. Staj yerimin bu bölgede olması çok güzel bir tesadüf olmuştu. Hem Almanya’yı tanımak ve hem de mesleğimle ilgili bir şeyler öğrenmek istiyordum. 1 Mayıs 1967 günü staja başlamak üzere Lüttringhausen’a geldim ve bir işçi yurduna yerleştim. Dirostahl 400 yıllık bir aile şirketiydi ve çelik dövme konusunda uzmandı. Haddehanede, yaklaşık 1300 0C’ye ısıtılarak kor haline getirilen çelik parçalara hidrolik çekiçlerle şekil veriliyordu. 18 yaşında bir genç olarak kendimi ağır sanayinin tam ortasında bulmuştum.
Haddehanede yapılan iş, demircilerde görmeye alışkın oduğumuz, çekiç ve örs kullanarak fırında kor haline getirilmiş çeliği döverek belirli bir şekil vermekten ibaretti. Dirostahl firmasında bu iş daha modern araç ve gereçlerle sanayi tarzında icra ediliyordu. Stajyer değil, tam işçi gibi çalışıyordum. Bana niçin 400 DM maaş verdiklerini anlamıştım. Öğrenci olarak bizlere o zaman ayda 460 DM verildiğine göre, bir işçi maaşının yaklaşık olarak 500-600 DM mertebelerinde olduğunu düşünüyorum. Ben de yeni başlayan bir işçi durumundaydım ve maaşımızı bir zarf içinde alıyorduk.
Üç buçuk ay bu şirkette çalıştıktan sonra Remscheid’da bulunan Alexanderwerk adındaki bir demir döküm firmasında stajıma devam ettim. Burada da bir buçuk ay çalıştıktan sonra Ekim 1967’de Batı Berlin’e giderek öğrenime başladım. 1973 yılında makina fakültesinden mezun oldum. Hiç ara vermeden başladığım doktora sürecini 1977 yılında tamamladıktan sonra 1978 yılında Türkiye’ye döndüm. Amacım, İTÜ Makina Fakültesi’nde akademisyen olarak çalışmaktı. 1970’li yılların başlarında Türkiye’de başlayan öğrenci olayları, 1970’lerin sonlarında sağ-sol kutuplaşmasına ve sokak çatışmalarına dönüşmüştü. Üniversitelerde ders yapılamaz olmuş, akademisyenler ve öğrencilerin sokak çatışmalarında hayatlarını kaybetmeleri sıradan bir olay haline gelmişti. Türkiye’de üniversiteler çok karışıktı. Gönlüm İTÜ’de kalmaktı, ne var ki can güvenliğinin olmadığı ve derslerin sağ ve sol gruplar tarafından sürekli sabote edildiği bir ortamda ders vermek, Ar-Ge yapmak zordu.
O yıllarda bir resim öğretmeni olan kıymetli eşimle tanıştım, evlendim ve eşimle birlikte tekrar Almanya’ya dönerek sanayide çalışmaya başladım. Dört yıl Münih civarında bulunan IABG adındaki bir Savunma, Havacılık ve Uzay şirketinde çalıştım ve uzmanlığım olan makina dinamiği alanında bir ESA(European Space Agency) projesini yönettim. Daha sonra aynı şirketin mühendislik merkezinde sonlu elemanlar mühendisi olarak üç yıl görev yaptım. Bundan sonraki iş yerim BMW’nin Münih’deki araştırma ve geliştirme merkezi oldu. Şirketin motor geliştirme bölümünde motorların sonlu elemanlar yöntemi ile modellenmesi konusunda Ar-Ge mühendisi olarak iki yıl görev yaptım. Bu görevimden sonra radikal bir karar alarak bir amerikan bilgisayar firmasının satış departmanında çalışmaya başladım ve böylece uzun süren mühendislik kariyerimden sonra yaşamıma farklı bir yön veren satış dünyası ile tanışmış oldum.
FİGES nasıl kuruldu?
Doktora tezimde, 4,5 yıl bir kısmi diferansiyel denklem çözümü üzerine çalışmıştım. Tamamen analitik olan bu çalışma esnasında diferansiyel denklemlerin nümerik çözüm yöntemlerine de ilgi duydum ve Karakteristikler yöntemi, Sonlu Farklar, Sonlu Elemanlar Yöntemi gibi konularda dersler aldım.
Mühendislik bilimleri, fizik biliminin sanayiye uygulanmasından başka bir şey değildir. Durum böyle olunca, mühendislik yaparken karşınıza uygulama alanına göre çeşitli diferansiyel denklemler çıkar ve bu denklemlerin çözümü, sizi üzerinde çalıştığınız sanayi probleminin çözümüne götürür. Çözüm yöntemi, problemin tipine ve karakterine göre farklılık gösterir. İstisnai durumlarda, mesela doğrusal problemlerde çözüm yöntemi analitik olabilir, yani probleminize yönelik bir takım formüller geliştirerek oldukça kolay çözüme ulaşabilirsiniz. Ancak mühendislik problemleri çeşitli açılardan doğrusal olmadığından nümerik yöntemlere baş vurmanız genellikle kaçınılmaz olur.
1960’lı yılların sonlarında ve 1970’li yılların başlarında ABD’de iki sektör bilim ve teknolojide itici yol oynamaktaydı. Bunlar, NASA çatısı altında uzay araştırmaları ve Westinghouse bünyesinde nükleer reaktör geliştirme çalışmalarıydı. Bu alanlarda çözülmesi gereken mühendislik problemleri kesinlikle sıradan problemler değildi. Roket veya uydu geliştirirken yapacağınız hesaplardaki bir hata milyonlarca dolara hatta can kaybına mal olabileceği gibi, aynı şekilde bir nükleer reaktör geliştiriken yapılacak olası bir hata da büyük bir nükleer felakete yol açabilir. Bu iki sektör de hassas ve güvenilir hesap yöntemlerine ihtiyaç duyar. İşte bu düşünceyle birbirinden tamamen bağımsız olarak NASA çatısı altında NASTRAN ve Westinghouse bünyesinde ANSYS kodlarının geliştirilmesine başlandı. NASTRAN tamamen kamu kaynakları ile geliştirildiğinden açık kaynak koduna sahipti ve ücretsizdi, ancak ticarleştirilmiş sürümü elbette ücretle satılıyordu. ANSYS kodu ise o yıllarda Westinghouse firmasında çalışan Dr. John Swanson adlı bir makina mühendisi tarafından geliştirilmeye başlandı. Dr. Swanson daha sonra Westinghouse firmasından ayrılarak kendi şirketi olan Swanson Analysis Systems (SASI) firmasını kurdu. Bu şirketin adı daha sonraki yıllarda değiştirilerek ANSYS Inc oldu.
Mezun olduktan sonra yedi yıl çalıştığım IABG adlı Savunma Havacılık şirketinin son üç yılında şirketin yüksek donanımlı hesap merkezinde görev yaptım. Görevli olduğum bölümün faaliyet konusu, hesap merkezinde bulunan Control Data firmasının güçlü bilgisayarında çalışan sonlu elemanlar yöntemine dayanan ticari yazılımların firma dışındaki kullanıcılarına teknik destek vermekti. Bu yazılımlar; ANSYS, NASTRAN, ADAMS, LSTC/DYNA2D gibi analiz yazılımlarıydı. Yaklaşık 25 kişilik bölümümüz ağırlıklı olarak makina mühendislerinden oluşmaktaydı. Ben öncelikli olarak ANSYS desteği veriyordum. BMW, Daimler gibi büyük şirketler hariç tüm sanayi kuruluşları müşterimizdi. Büyük otomotiv firmalarının kendi hesap merkezleri ve yazılımları mevcut olduğundan böyle bir hizmete ihtiyaçları yoktu. Müşterilerimiz firmalarındaki modemler üzerinden hesap merkezimize bağlanıyor ve istedikleri yazılımı kullanıyorlardı. Ay sonlarında müşterilerimize kullandıkları donanım ve yazılım sürelerine göre bir fatura gönderiliyordu, tıpkı günümüzdeki elektrik ve su faturaları gibi. Bu tarz donanım ve yazılım kullanımı, o günlerde bilgisayar donanımı ve analiz yazılımlarının son derece yüksek maliyetli olmalarından kaynaklanıyordu. Ancak çok büyük işletmeler bu milyonlarca dolarlık yüksek maliyetleri karşılayabilecek durumdaydı. PC’ler henüz yoktu. Sadece “mainframe” tabir edilen büyük odaları dolduran devasa boyutlarda bilgisayarlar, kart okuyucular ve bilgi depolayan tape sistemleri vardı. Bu son derece heyecan verici teknoloji dünyasında edindiğim bilgi ve tecrübeyi memleketime aktarmanın yollarını aramaya başlamıştım. İşte FİGES’in kuruluş fikri tüm bu tecrübelerimin Türkiye’de uygulanması fikrinden kaynaklandı. Hiçbir zaman emeklilik yaşıma kadar Almanya’da yaşamayı düşünmedim. Zaten mezuniyetten sonra Türkiye’ye dönüş yapmış, ancak terör olaylarından dolayı Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmıştım.
Sürekli yurda dönüş hayalleri kuruyordum. 1980’li yılların sonlarında merhum Turgut Özal’ın başlattığı modernleşme ve dışa açılma hamleleri meyvelerini vermeye başlamıştı. Türkiye, zincirlerini kırmış ve 1970’li yıllara göre son derece dinamik ve çevik bir yapı kazanmıştı. Telekomünikasyon sorunu çözülmüş, döviz piyasası liberalleşmiş, yurt dışı ile iş yapmak için neredeyse bütün engeller ortadan kaldırılmıştı. İşte bu yeni şartları dikkate alarak 1990 yılı Eylül ayında ailece Türkiye’ye dönmeye karar verdik ve yaşamımızda yepyeni bir sayfa açtık. 1990 yılında Türkiye’ye döner dönmez FİGES, Fizik ve Geometride Bilgisayar Simülasyonu Ltd. Şirketini kurdum. Amacım, mühendislik simülasyonları konusunda yurt dışında elde ettiğim tecrübeyi Türk sanayisine taşımaktı. Bu alanda çalışmaktan büyük haz duyduğumu özellikle belirtmeliyim. Analiz modelleri hazırlarken fizik biliminin neredeyse tüm disiplinlerine dokunmak zorunda kalıyordum ve mühendilik problemlerine bu geniş açıdan bakma imkanı mesleki gelişimime de büyük katkı sağlıyordu. Artık sadece, uzmanlık alanım olan makina dinamiği ile uğraşmıyor, fiziksel mühendislik bilimlerinin tüm disiplinleri önüme geliyor ve çözüm bekliyordu. Bu zorlanma bana mühendislik problemlerine bütüncül bakma yeteneği kazandırdı. Sanayicinin ürünleri ile ilgili sorunlarına çözümler üretmek bana büyük keyif veriyordu.
ANSYS konusunu biraz açar mısınız?
En çok kullandığım ve en fazla bilgi sahibi olduğum ANSYS yazılımını Türkiye’de uygulamak, teknik destek ve eğitimlerini vermek istiyordum. Almanya ANSYS temsilcisi CADFEM firmasının sahibi Dr. Günter Müller beyin referansı ve kişisel desteği ile şirketin sahibi Dr. Swanson‘dan randevu alıp ABD’ye gittim. Dr. Swanson ile CADFEM tarafından her yıl düzenlenen kullanıcı toplantılarından kişisel olarak tanışıyordum. ANSYS Türkiye temsilciliği konusunda Dr. Swanson ile anlaşıp Türkiye’ye döndüm ve işe koyuldum. Şirket yerinin Bursa olması ağırlıklı olarak ailevi nedenlerden kaynaklansa da, Bursa’nın bir sanayi şehri ve otomotiv sanayinin merkezi olması burada üs kurmak için o günün koşullarında doğru bir seçimdi. İstanbul’a yakınlığı da diğer önemli bir faktördü.
1990’lı yıllarda Türkiye’de ANSYS kullanımı hangi düzeydeydi?
1990 yılında Aselsan haberleşme cihazları üretiyor, Roketsan henüz yeni kurulmuş, TAİ şirketi F-16 montajı yapıyor, 1985 yılında kurulmuş olan TEİ ise General Electric firması için uçak motoru parçaları üretiyordu. FNSS ve MİKES firmaları henüz yeni kurulmuştu. İmalat sanayi denilince Bursa Türkiye’de bir ağırlık merkezi konumundaydı.
Ar-Ge çalışmaları açısından 1990’lı yılların başlarında Türkiye’de en önde gelen şirketler Aselsan ve Şişecam’dı. Aselsan 1988 yılında ilk ANSYS lisansını satın almış, Aybars Küçük ve Rıdvan Toroslu adındaki iki kıymetli makina mühendisi analiz çalışmalarına başlamıştı. Şişecam’ın ise Topkapı’daki şişe fabrikası bünyesindeki Araştırma ve Geliştirme merkezi o günün Türkiye’sinde yüksek donanımlı bir Ar-Ge üssüydü. Orada yapılan deneysel ve teorik çalışmalar uluslararası düzeydeydi. Henüz bir sonlu elemanlar yazılımı kullanmıyorlardı ancak bu teknolojiyi yakinen tanıyor ve bir an önce kullanmaya başlamak istiyorlardı. Makina mühendisi Nedim Erinç Şişecam hesabına İngiltere’de yüksek lisans yapmış ve henüz firmasına dönmüş, sonlu elemanlar alanında Ar-Ge bölümünün çeşitli problemleri üzerinde çalışmak istiyordu. 1990’lı yılların başlarında Ar-Ge konusuna büyük önem veren ve bu alanda yoğun yatırım yapan diğer bir kuruluş da Türk Elektrik Endüstrisi(TEE) idi. Arçelik’e ait olan bu şirket o yıllarda, Topkapı’da bugünkü Koç Üniversitesi Hastanesi’nin yerinde faaliyet göstermekte, çamaşır makinaları için motor ve buz dolapları için kompresör geliştirmekte ve üretmekteydi. Ar-Ge müdürleri Rıdvan Eğin; tasarım, analiz ve test mühendislerinden oluşan son derece yetenekli bir ekip kurmuştu. Emin Sönmez, Harun Açıkgöz, Cüneyt Öztürk, Aydın Bahadır, Ahmet Açıkgöz gibi kıymetli makina mühendisleri bu ekibin omurgasını oluşturmaktaydı. 1990’lı yılların ikinci yarısında Arçelik, yeni bir yapılanma çerçevesinde alınan bir kararla buradaki muhteşem ekibi işletmelere dağıtarak sonlandırdı.
1991 yılı Ocak ayında Bursa Almira Hotel’de Makina Mühendisleri Odası tarafından Bilgisayar Destekli Tasarım ve Üretim(CAD/CAM) Semineri düzenlendi. Bu etkinlik adeta Türkiye’nin dijitalleşme döneminin başladığının ilanı mahiyetindeydi. Etkinliğe Türkiye’nin önde gelen sanayi kuruluşları ve Üniversitelerinden 70 civarında uzman katıldı. Ayrıca CAD/CAM ve CAE yazılımlarının pazarlama ve satışlarını yapan şirket temsilcileri de oradaydı. Dolayısıyla ben de ilk kez bu etkinlikte ANSYS yazılımını tanıtma olanağını bulmuş ve ilgili uzmanlar ile tanışma imkanım olmuştu. O günden beri sürekli irtibat halinde olduğum ve ara ara birlikte çalışma fırsatı bulduğum Sayın Mehmet Bursa(MB Mühendislik), Prof.Dr. Bilgin Kaftanoğlu(ODTÜ), Prof.Dr. Mustafa İlhan Gökler(ODTÜ), Prof.Dr. Sahir Arıkan(ODTÜ), Prof.Dr. Murat Dinçmen(İTÜ), Prof.Dr. Erdal Emel(Uludağ Üniversitesi), Prof.Dr. Cemal Çakır(Uludağ Üniversitesi), Prof.Dr. Ferruh Öztürk(Uludağ Üniversitesi) hepsini minnetle anıyorum.
MATLAB Simulink nedir ve hangi alanlarda kullanılmaktadır?
MATLAB 1970’li yılların sonlarında doğrusal cebir operasyonları için geliştirildi. Özellikle sanayideki rozonans problemlerinin matematikteki temelini oluşturan “Özdeğer(Eigenvalue)” problemlerinin çözümünü amaçlıyordu. Bugün firmanın logosu “L” şeklindeki bir plakanın özvektörüdür. MATLAB, ilerleyen yıllarda matematiğin tüm disiplinlerini kapsayan bir yazılım sistemine dönüşmüştür. Simulink yazılımının MATLAB’e dahil edilmesi ile blok diagram temelli modelleme, yani Model-Tabanlı-Tasarım imkanı gelmiş ve yazılımın adı MATLAB Simulink olarak değiştirilmiştir. Kontrol algoritmaları ve kodlarının hızlı ve güvenilir bir şekilde geliştirilmesi bu sayede mümkün olmuştur.
MATLAB Simulink’in kendisi bir yazılım olsa da, aslında bir gömülü yazılım geliştirme platformudur. Bu şekilde geliştirdiğiniz bir gömülü yazılımı C koduna dönüştürüp ve bu kodu bir mikroişlemciye yükleyerek MATLAB Simulink’ten bağımsız olarak koşturabilirsiniz; yani, MATLAB Simulink lisansına gerek duymadan tamamen kendinize ait bir koda sahip olabilirsiniz.
Savunma, havacılık, uzay, otomotiv, makina, telekomünikasyon, yapay zeka, büyük veri işleme ve medikal gibi teknolojik sektörlerde MATLAB Simulink kullanımı bir endüstri standardı konumuna gelmiştir. Bu nedenle tüm dünyada üniversitelerin başta elektrik-elektronik ve makina bölümleri olmak üzere tüm mühendislik bölümlerinde uygulamalı olarak öğretilmektedir. Son yıllarda finans dünyası da geleceğe yönelik ekonomik tahminler yaparken MATLAB kullanmaktadır.
MATLAB Simulink kullanarak bir makinanın üretilmeden önce nasıl çalışacağını bilgisayar ortamında görebilirsiniz. Bu modeller blok diagramlar şeklindedir. Sonuçların 3 boyutlu geometrik şekillerle de gösterilmesi mümkündür. Ancak sonlu elemanlar modellerinde olduğu gibi geometrideki ayrıntıları görmek mümkün olmaz ve zaten amaç da bu değildir. Bu modellerin hedefi, tüm sistemin imal edilmeden önceki genel davranışını görmek ve olası hataları ürün geliştirmenin başlangıç aşamasında tespit ederek düzeltmektir. Bir ürün geliştirilirken konsept aşamasında MATLAB Simulink ile genel fonksiyon modeli yapılır ve sistemin zamana bağlı davranışı optimize edilir. Bu aşama tamamlandıktan sonra detaylı katı model tasarıma geçilir ve bu tasarımın sonlu elemanlar modeli oluşturularak detaylı hesapları yapılır. Örneğin mekanik sistemlerde gerilme dağılımına bakılır ve bu dağılıma göre kütle optimizasyonu yapılarak en hafif ve en dayanıklı tasarımın ortaya çıkması sağlanır.
FİGES, 2001’den buyana MATLAB Simulink yazılımının Türkiye’de tek temsilcisi olup güçlü kadrosu ile eğitim ve teknik desteğini sağlamakta ve aynı zamanda proje hizmetleri vermektedir.
İleri Mühendislik Uygulamalarından biraz bahseder misiniz?
ANSYS ve MATLAB Simulink yazılımları tüm dünyada ürün geliştirme sürecinde kullanılan en güçlü mühendislik araçlarıdır. Bu iki yazılım sistemine sahip ve bunları etkin kullanabilen bir şirket, güçlü bür mekanik tasarım ekibiyle aklınıza gelen her ürünü geliştirebilir. Bir ürün geliştirirken tasarımcının aklına bazen absürt fikirler gelebilir. Absürt fikirler içeren tasarımları fiziksel olarak denemek tahmin edileceği gibi çok riskli olabilir. Ancak sanal prototipler yardımı ile bu tür denemeleri sınırsız yapabilirsiniz. Bir çok yeni buluşların sıradışı fikirlerden ortaya çıktığını biliyoruz. O halde, çağımızın bu güçlü araçları biz mühendislere hayal aleminde sınırsız hareket etme imkanı getirmektedir. Bu muhteşem modelleme dünyasına giren ve buradaki “lezzeti” tadan mühendisler ve bilim insanları bu dünyadan kolay kolay çıkamazlar. Ben 30’lu yaşlardan beri bu gizemli dünyadan hiç kopamadım.
Fizik biliminin disiplinlerini düşünelim. Statik, genel olarak inşaat mühendislerinin yoğunlukla kullandığı bir fizik disiplinidir. Deprem durumları hariç; binalar, köprüler, yollar, barajlar hareketli olmayıp duran yapılar olduğundan bu yapıları statik olarak modellemek gerekir. Ancak, bir nükleer reaktör yapısının üstüne bir uçağın düşmesi senaryosunun modellenmesi kesinlikle dinamik bir olay olduğundan statik olarak modellenemez. Bir elektrikli otomobilin elektrik motorlarının ısınmasını asgari düzeyde tutmak için motorun elektromanyetik olarak modellenip stator sargı yuvalarının geometrisini optimize etmek gerekir. Bu tür analizler için sonlu elemanlar yöntemini kullanmak doğru olur. Elektrik motorunu süren elektronik kart üzerindeki komponentler sistem çalışırken ısınır ve bu ısıyı en uygun bir şekilde dışarı atmak gerekir. Aksi taktirde sürücünün ömrü kısalır ve elektrikli otomobiliniz sizi seyahatinizin en keyifli anında yolda bırakabilir. Bu problem için akışkanlar mekaniğinin Navier-Stokes denklemlerini çözmeniz gerekir ve bunu ANSYS ile yapabilirsiniz.
Matematiksel modellemede mühendisin karşı karşıya kaldığı en zor durumlar modelleme esnasında nelerin ihmal edilip edilmeyeceğine karar vermektir. Gerçek bir makinadan sanal bir modele geçerken tasarımda çözümü etkilemeyecek veya ihmal edilebilir düzeyde etkileyecek geometrik ve fiziksel özellikler varsa bunları modeleme yaparken ihmal edebilirsiniz. Aksi taktirde çözüm süreleri gereksiz yere uzar. Beş dakikada alabileceğiniz sonuçlar beş saat, hatta beş gün sürebilir. Modelleme esnasında alınacak yanlış kararlar sizi yanlış sonuçlara götürebilir. Bu nedenle kullanıcının aldığı eğitimin çok iyi olması ve tecrübeli mühendisler tarafından verilmesi büyük öneme haizdir.
Makina mühendisliğinde problemler genel olarak dinamik olsa da çözüm sürelerini kısaltmak için problem statik gibi modellenebilir. Bunu yaparken mühendis yaptığı ihmallerin bilincinde olmalı ve analiz sonuçlarını yorumlarken dikkatli olmalıdır. İstanbul Boğazı’ndaki asma köprüler duran yapılar gibi görünse de rezonans durumlarında büyük salınımlar yaparlar ve bu nedenle bu devasa yapıların statik incelemeden sonra dinamik olarak da modellenerek incelenmesi gerekir. Bir asma köprüye üstünden geçen tonlarca ağırlıktaki vasıtalar zarar vermeyebilir, ancak 2010 yılında Avrasya Maratonu esnasında yaşandığı gibi, üstünde sadece yürümekte veya koşmakta olan yayaların sebebiyet vereceği rezonans olayı nedeniyle köprünün çökmesine neden olabilir.
NUMESYS niçin kuruldu?
Dr. Swanson 1990’lı yılların ortalarında şirketi SASI’nin çoğunluk hissesini TA Associates adındaki bir fon şirketine satınca şirketin yeni sahibi ANSYS yazılımına büyük yatırım yaparak firmanın organik ve inorganik büyümesini sağladı. Bu değişiklikten sonra şirketin ünvanı ANSYS Inc. olarak değiştirildi. Akışkanlar mekaniği alanında CFX ve FLUENT, elektromanyetik alanda ANSOFT, eksplisit dinamik alanında Autodyn ve LS DYNA, optik alanda SPEOS, ZEMAX ve Lumerical gibi daha bir çok yazılım geliştiren şirket ANSYS firması tarafından satın alınarak ürün portföyüne eklendi ve böylece oldukça kısa bir zamanda şirketin büyümesi sağlandı. 2010 yılında ANOVA firması tarafından temsil edilen FLUENT yazılımı ANSYS ürün ailesine dahil olunca ANOVA şirketi de ANSYS şirketinin Türkiye’de ikinci temsilcisi konumuna geldi. Bu iki başlılığa son vererek ANSYS kullanıcılarına daha güçlü bir teknik destek vermek amacıyla ANOVA ve FİGES güçlerini birleştirerek NUMESYS şirketini kurdu. Böylece ANYSYS yazılımının Türkiye’de pazarlanması, satışı, teknik desteği ve eğitimleri NUMESYS tarafından sağlanmaya başladı. FİGES ve ANOVA ise diğer faaliyet alanlarında ticari faaliyetlerine devam ediyor.
MİLGEM projesine ne gibi katkılarınız oldu?
MİLGEM projesi kapsamında FİGES olarak bir askeri tersane olan İstanbul Tersanesi’nde beş yıl çalıştık. Bir savaş gemisinin milli imkanlarla tasarımı Deniz Kuvvetlerimiz için bir ilk olması nedeniyle projeyi hem ilginç hem de riskli kılmaktaydı. Projenin fikir babası Oramiral Özden Örnek ve organizasyonu yapan ve yöneten Tuğamiral M. Savaş Onur’du. Her iki komutanımızı da rahmetle anıyorum. İstanbul Tersanesi’nde projeyi fiilen yöneten Tümamiral Ahmet Çakır’dır. Bu üç isim de projenin ortaya çıkmasında ve başarılı bir şekilde tamamlanmasında kilit role sahiptir. Millet olarak bu üç değerli komutanımıza çok şey borçlu olduğumuzu özellikle vurgulamak istiyorum.
2010’lu yıllarda Deniz Kuvvetleri savaş gemilerini teknik olarak çok iyi bilmesine rağmen sonlu elemanlar analizleri konusunda bir alt yapısı yoktu. FİGES olarak biz ise, sonlu elemanlar analizleri konusunu çok iyi biliyorduk fakat bir savaş gemisini hakkında teknik olarak hiçbir bilgimiz yoktu. Hepimiz ve diğer bir çok firma bir askeri tersane olan Pendik’teki İstanbul Tersanesi’nde yemek salonundan proje ofisine dönüştürülmüş bir mekanda kenetlenerek çalışmaya başladık ve bu çalışma aralıksız olarak tam beş yıl sürdü.
Gemiyi genel mukavemet, titreşim ve akustik açıdan çok kez hesapladık ve optimize ettik. En dayanıklı ve en hafif tasarımı mühendis subaylarla birlikte ortaya çıkardık. Ayrıca egzost sistemini akustik ve akışkanlar mekaniği yönünden gerekli mühendislik analizlerini yaparak en iyi hale getirdik. Bunlar tamamlandıktan sonra su altında bir mayının patlaması durumunda gemi gövdesine gelen şok yüklerinin etkisini hesapladık. Bu analizleri bizim mühendislerimiz de ilk kez yapıyordu, çünkü Türkiye, ilk kez bir savaş gemisi tasarlıyordu. Tüm bu çalışmalar beş yıl içinde çok kez tekrarlanarak en optimal tasarım ortaya çıkarıldı.
Geminin seyir testleri başlayınca komutanlardan gelen bir yorum bizleri son derece mutlu etti ve beş yıllık yorgunluğumuzu unutturdu: “Güvertede titreşim olarak hiç bir şey hissetmiyoruz”. Çünkü bir savaş gemisi için en olmaması gereken şey titreşim ve gürültü düzeyinin belirli bir toleransın üstünde olmasıdır. Bu durumda düşman gemileri sonarlar vasıtasıyla yerinizi tespit eder ve gemiye saldırır. MİLGEM’de titreşim ve gürültü riski tamamen ortadan kalkmış, böylece çok kritik bir iş başarılmıştı.
MİLGEM projesi bir çok askeri projeden herhangi bir tanesi değildir. Bir savaş gemisi tasarlamak ve inşa etmenin çok zor bir iş olduğunu bu devasa projede çalışırkan öğrendim. Önce, geminin sudaki direncinin asgari düzeyde olması gerekir, bu özellik yakıt tüketimi açısından önemlidir. Bunun için gerekli havuz deneyleri İTÜ tarafından gerçekleştirilmiştir. Ayrıca, denizdeki olumsuz deniz şartlarını ve askeri saldırı senaryolarını dikkate alarak güvenilir bir tekne tasarlamanız gerekmektedir. Ayrıca gemiyi tahrik edecek doğru itki sisteminin seçilmesi ve bu sistemin tekneye titreşim ve akustik yönden doğru bir şekilde entegrasyonu büyük bir bilgi birikimi ve bilimsel yaklaşım gerektirmektedir. Motor titreşimlerinin elektronik sistemleri olumsuz etkilememesi ve tekne üzerinden denize ses dalgalarının yayılmaması gerekmektedir. Geminin manyetik mayınlara karşı korunması için geminin manyetik alanını zayıflatmak için DeGauss adı verilen önlemler almak gerekmektedir. MİLGEM’in DeGauss sistemi Tübitak MAM tarafından gerçekleştirilmiştir. Askeri bir gemi için başka bir tehdit şok yükleridir. Gemiye bir askeri saldırı olduğunda geminin hassas elektronik sistemlerinin fonksiyonuna devam etmesi gerekir, yani darbe yüklerine karşı da dayanıklı olmalıdır. Tekno Kauçuk, gemiye gelecek darbe yüklerinin sönümlenmesi için özel darbe sönümlendiriciler geliştirmiş ve üretmiştir.
MİLGEM korvetinin başarıyla tamamlanıp Deniz Kuvvetleri’ne teslim edilmesi, bence Türk insanına büyük bir özgüven sağlamıştır. Bu kadar karmaşık bir sistemi tasarlayabilen ve imal edebilen bir ülke her türlü kompleks askeri projenin üstesinden gelebilir. Nitekim, son on yılda ortaya çıkan milli ürünlerimize hepimiz şahit olduk ve olmaya da devam etmekteyiz. MİLGEM bu açıdan ülkemiz için büyük stratejik öneme haiz kritik bir projedir.
BuildUp Academy neler yapıyor?
Sanayimizin katma değeri yüksek ürünler üretebilmesi, ileri mühendislik yöntemlerinin benimsenip uygulanması ancak yüksek nitelikli Ar-Ge Mühendisleri ile mümkündür. FİGES AŞ bu sorumluluğun bilinci ve ülkemizdeki öncü rolüyle, 2000’li yılların başında ‘Ar-Ge Yaz Okulu’ adıyla bir girişim başlatmış ve 2000-2010 yılları arasında 100’den fazla uzman mühendisin eğitilerek sanayiimize kazandırılmasını sağlamıştır. 2016 yılında profesyonel bir yapılandırmayla, geleneksel yöntemlerle elde ettiği tecrübeleri yenilikçi fikirlerle harmanlayarak BuildUp Academy kuruldu. Yukarıda belirtilen olgular çerçevesinde akademinin hedefi, uluslararası standartlarda Ar-Ge Mühendisi ve Uzman Mühendis yetiştirmektir. Bir Ar-Ge mühendisinin en az yüksek lisans düzeyinde eğitim almasını bekliyoruz, zira dört yıllık temel mühendislik eğitimi Ar-Ge çalışmaları için yetersiz kalmaktadır. Uzmanlık alanı ile ilgili olarak bir Ar-Ge mühendisinin her şeyden önce çok iyi bir teorik alt yapıya sahip olması gerekir. Ayrıca CAE alanındaki modern mühendislik yazılım araçlarını çok iyi kullanabilmesi olmazsa olmazdır. Bu koşulları sağladıktan sonra sanayi projelerinde ortalama iki yıl sorumluluk yüklenerek çalışması gerekmektedir. BuildUp Academy’de işte bu üçlü sacayağını oluşturmaya çalışıyoruz. Teknik-bilimsel eğitimin yanı sıra, katılımcılara araştırma ve geliştirme yöntemleri, sunum yapma, proje yönetimi gibi becerileri de kazandırmaya çalışıyoruz.
ARGE DERGİSİ ile neyi amaçlıyorsunuz?
Yılda dört kez ARGE DERGİSİ başlıklı bir dergi çıkarıyoruz. 2015 yılından beri basılı ve sanal olarak yayınladığımız bu dergiden amacımız, Türkiye’de Ar-Ge kültürünün yayılmasına ve benimsenmesine katkıda bulunmak, Ar-Ge konularında sanayicilerimizi yüreklendirmektir. Ar-Ge’nin zor bir şey olmadığını, şirketlerimizin ekonomik açıdan sürdürülebilirliğini sağlamak için elzem olduğunu sanayicilerimize, yine ağırlıklı olarak sanayicilerimizin uygulamaları ile anlatmaya çalışıyoruz. Dergide yer verdiğimiz makalelerin jenerik bilgilerden ziyade, gerçekleştirilmiş somut sanayi projelerine yönelik olmasına özen gösteriyoruz. Tüm sanayicilerimiz ve sanayi projeleri gerçekleştiren üniversitelerimiz yaptıkları çalışmalarla bu dergide yer alabilirler.
Geleceğe yönelik planlarınız var mıdır?
Elbette, olmazsa rahat uyuyamam. Millet olarak hepimizin amacı, ülkemizi teknolojik ve ekonomik açıdan güçlü, aynı zamanda yeşil teknolojilerin yoğun olarak uygulandığı dünyanın en yaşanabilir ülkesi yapmaktır. Bu büyük hedefe ulaşmak için kendimize küçük hedefler belirlemeliyiz: Önce temiz enerji üretmeliyiz. Sonra bu temiz enerjiyi kullanan makinalar, ulaşım sistemleri, üretim yöntemleri vb. Tüm bunları yaparken de kültürel mirasımıza ve geleneklerimize sahip çıkmalı, bu değerlerimizi besleyerek güçlendirmeliyiz. Mutlu bir Türkiye’den bunu anlıyorum.
Bu ideal doğrultusunda katma değerli ürünler üreten bir şirketler grubu ortaya çıkarmak istiyoruz. Bunu yapabilmek için masamıza gelen yenilikçi bir fikrin filizlenip ticari bir ürün oluncaya kadar süreci doğru kurgulamak, gerekli alt yapıyı hazır tutmak ve süreci doğru yönetmek gerekir.
Fikir içeriden veya firma dışından gelebilir. Her iki durumda da fizibilite yapmasını bilen insanlara ihtiyaç vardır. Bu kritik aşamayı geçen bir fikir konsept aşamasına gelir. Geliştirilecek ürünle ilgili spesifikasyon oluşturabilmek için ürünün sistem modeli tasarlanır ve bundan sonra ürün geliştirme süreci V-diagramı adımlarına göre devam eder. Altyapı olarak; mekanik ve elektronik tasarım, mühendislik simülasyonları, sanal prototip geliştirme, yazılım geliştirme, vb. unsurlar gereklidir. Süreç sonunda fiziksel prototip ortaya çıkar ve ürün validasyonu ile ürün geliştirme süreci nihayetlenir.
Startup şirketlerin çoğu üç kişiden küçük olduğundan, bu süreci hakkını vererek yönetmeleri, kaynaklarının sınırlı olması nedeniyle çok zordur. İşte bu nedenle, startup şirketlerin yüzde doksanından fazlası maalesef başarılı olamamakta, zaman ve para heba olmaktadır. FİGES’te ise yukarıda sözünü ettiğim alt yapının neredeyse tamamı 30 yıl boyunca adım adım tamamlanmıştır ve bugün hazır durumdadır. Pazarlama ve Satış, Muhasebe ve Finans, Sistem Modelleme, Mekanik ve Elektronik Tasarım, Yazılım Geliştirme, Sanal Prtotip Oluşturma, Satın Alma, Prototip İmalatı, vb. Son on yılda firmamıza gelen yenilikçi fikirler sözünü ettiğim sürece girerek ilerlemiştir.
Savunma sanayi için elektromekanik ve mobil teleskopik direk(mast) geliştirme fikri Savunma Sanayii Başkanlığı’ndan gelmiş ve bu fikir bir ticari ürünle sonuçlanmıştır. 2017 yılından beri Başkent OSB’de yerleşik MİLMAST adlı şirketimiz mevcuttur. Savunma Sanayi Başkanlığı’na bağlı SSTEK şirketi 2018 yılında bu şirkete sermaye koyarak hissedar olmuş, şirketin büyümesine maddi ve manevi destek olmuş ve 2021 yılında hisselerini satarak hissedarlıktan çekilmiştir. Devletimizin savunma sanayi alanındaki startup şirketleri büyütmek için başlattığı bu girişimi büyük taktirle karşılıyorum.
2020 yılında yine şirketimizin dışından elektrikli Scooter geliştirme fikri geldi. Geçen üç yıl zarfında fiziksel prototip tamamlanmış ve laboratuvar testleri başarıyla sonuçlandırılmıştır. Halen yol testleri devam etmektedir. Geliştirme sürecinin başlarında Ankara merkezli HOP scooter operatörü projemize dahil olmuş ve OLO Mobility adında ortak bir şirket kurulmuştur. İmalat tesisi kurmak için fon bulma çalışmalarımız kısmen sonuçlanmış, 2023 yılı sonuna doğru ön seri imalatın başlaması hedeflenmektedir. Bu üretim ile Türkiye’ye Çin’den gelen elektrikli scooterlerin yerine yerli ve milli scooterlerimizin kullanımı sağlanacaktır. Bu adımdan sonra AB ülkelerine ihracatı hedeflemekteyiz. Hedefimiz, gücümüz oranında cari açık sorunumuzun çözülmesine katkı sağlamaktır.
Hedefimiz Milli Nükleer Reaktör, Ama Yeni Nesil!
Temiz enerji denince hemen aklımıza güneş ve rüzgar enerjisi gibi enerji kaynakları gelmektedir. Ancak, bu enerji kaynaklarının günün her saatinde enerji üretme garantisi yoktur ve sanayinin ihtiyacı olan enerji gücünü sadece bu yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılamak mümkün değildir.
Sanayinin sürekli artan enerji ihtiyacını çevreye zarar vermeden karşılamak için 2010’lu yılların başlarından beri dünyada bir çok startup firma yeni nesil nükleer teknolojiler üzerinde çalışmaktadır. Bu teknolojilerin ortak yönü kaza riski sıfıra yakın olması ve soğutma için suya ihtiyaç duymamasıdır. Ergimiş Tuz Reaktörleri(Molten Salt Reactors) bu yeni nesil reaktörler içinde en rağbet edileni olup günümüzde ABD, Çin, Rusya, AB, Kanada, İngiltere, Japonya, Güney Kore gibi ülkelerdeki startup firmalar tarafından geliştirilmektedir. Bu konuda ThorCon(ABD), Terrestrial Energy(Kanada), TerraPower(ABD), Seaborg(Danimarka), Copenhagen Atomics(Danimarka), Thorizon(Hollanda), NAAREA(Fransa), Core Power(İngiltere), Emerald Horizon(Avusturya) firmalarını örnek olarak sayabiliriz. Şirketimiz de firma dışından gelen bir fikir ile 2016 yılında SAMOFAR adında bir AB projesine dahil olmuş ve 3000 MW termal gücündeki bir ergimiş tuz reaktörünün ısı değiştiricilerinin tasarımını iki yıllık bir süre zarfında başarıyla tamamlamıştır. Burada elde ettiğimiz bilgi ve tecrübeler ekibimizi toryumla çalışan yeni nesil milli ergimiş tuz reaktörümüzü geliştirme yönünde teşvik etmiş ve firma yönetimi olarak nükleer ekibimizi güçlendirerek bu süreci başlatmıştır. Hedefimiz, TENMAK, NDK, TÜBİTAK gibi kamu kurum ve kuruluşlarımızın desteğiyle ilk deneme reaktörümüzü 2030 yılında çalıştırmaktır. FİGES bünyesinde yürüttüğümüz nükleer reaktör çalışmalarına odaklanmak için kısa bir zaman önce ThorAtom adında Türkiye’nin ilk özel nükleer reaktör geliştirme şirketini kurduk.
Başarınızın sırrı nedir?
Çalışmak, sabırlı olmak ve bilgiyi paylaşmak. Paylaşmanın insanı zenginleştirdiğini yaşayarak gördüm. Bilim ve teknoloji ile uğraşmanın çok keyifli olduğunu ve insanı, en azından zihinsel olarak genç tuttuğuna inanıyorum. Bunu yaparken, özel otomobilimize yaptığımız bakım kadar vücut sağlığımıza da özen göstermenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Şeker, sigara ve alkolden mümkün olduğu kadar uzak kalmaya çalıştım, İnsan eğitmek bana daima büyük keyif verdi. Yalın ve aynı zamanda dinamik bir yaşam tarzını tercih ettim.
İnsanın bir anavatanının olması bize ilk bakışta çok doğal ve sıradan bir şey gibi gelebilir. Yurt dışında yaşadığım yıllarda, ekonomik veya siyasi nedenlerle ülkesini terk etmek zorunda kalmış ve vatansız kalmış İranlı, Filistinli ve diğer milletlerden çok sayıda arkadaşlarım oldu. Bu nedenle en az kendimiz ve ailemiz kadar ülkemize de göz bebeğimiz gibi bakmalıyız. “Ülkemizin ekonomik, bilimsel ve kültürel gücüne nasıl katkıda bulunabilirim?” düşüncesini sürekli kafamızın bir köşesinde canlı tutmalı ve her günün sonunda “Bugün ülkem için ne yaptım?” sorusuna bir mutlaka yanıtımız olmalı.
Gençlere ve girişimcilere neler yapmasını önerirsiniz?
Gençlerimiz ile sohbet ederken “Ne okursam çok para kazanırım?” düşüncesinin kafalarını çok meşgul ettiğini görüyorum. Bunun yerine “Ne okursam yaşamdan büyük haz duyarım?” düşüncesine yönelmelerini tavsiye ediyorum. Çünkü, birinci düşünce gerçekleşirse mutlu olabilirsiniz, ama mutsuz da. Ancak ikinci düşünce gerçekleştiğinde hayat dolu ve mesleğinde çok başarılı bir insan olursunuz. Bu durumda çok büyük ihtimalle mali yönden de iyi olursunuz. Mesleğinde çok başarılı olup da mali yönden büyük sıkıntılar içinde olan insanlara yaşamım boyunca hiç rastlamadım.
Bir de “risk alma” konusunda gençlerimize bir tavsiyem olacak. Günümüzde “Konfor bölgesini terk etmek” ve bunun kişisel gelişime etkisi oldukça sık tartışılmaktadır. Yaşamı tekdüze olmaktan kurtarmak için, çok sık olmamak kaydıyla ara ara radikal değişikliklere gitmenin insanın gelişmesi ve mutluluğu için çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Fakat bu tür değişikliklerin, riskleri de beraberinde getirdiğinden çok sık olmaması gerektiğini vurgulamak istiyorum.